NÜZÛL-İ ÍSA (AS)
TAKDÎM Cenâb-ı Hak, insânların dünyâ ve âhiret saádetini te’mîn etmek için en büyük bir ihsân-ı İlâhî olarak dîn-i Hak olan İslâm’ı göndermiştir. Nev-ı beşer, ancak bu dîni kemâ hüve yaşamak ve hayâtın her safhasında o dînin ahkâmını tatbîk etmek súretiyle saádeti elde edebilir. Mâdem şu asr-ı hâzırda dîn-i Muhammedî (asm) tezelzüldedir. Bid‘alar her tarafı istîlâ etmiş, ehl-i sünnet ve’l-cemâat inancı sarsılmıştır. Bütün Müslümânlar, maddeten ve ma‘nen kâfirlerin küfür ve zulmü altında esâret hayâtını yaşamaktadırlar. Dünyâda mü’minin ne cân, ne mal, ne de ırz husúsunda hîç bir emniyyeti kalmamıştır. Başta Yahûdî milleti olmak üzere bütün kâfirler ve münâfıklar, İslâm dîni üzerinde her türlü entrika ve plânı çevirmek súretiyle “dînde reform” yapmak istiyorlar. Onlar, dîn-i İslâm’ı tahrîf ve tebdîl etmek için böyle sinsice tuzak kurarken, Cenâb-ı Hak; وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ “Onlar tuzak kurdular; Elláh da onların tuzaklarını bozdu. Çünkü Elláh, hîle yapanların cezâsını en iyi verendir”[1] âyet-i kerîmesi ile onların bu tuzaklarını akím bırakacağını va‘d etmiş ve اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ “Kur’ân’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız”[2] âyeti ile de dîn-i İslâmı kıyâmete kadar muhâfaza edeceğini taahhüd etmiştir. Elbette O Sádıku’l-va‘d olan Zât-ı Zü’l-Celâl, bu va‘d ve taahhüdünü yerine getirecek, İslâm güneşi ile bid‘alar zulümâtını dağıtacak, yeryüzünde İslâm dînini hâkim kılarak diğer bâtıl ve muharref dînleri ortadan kaldıracak, Müslümânları kâfirlerin zulüm ve esâretinden kurtarmak súretiyle cân, mal ve ırz cihetinde onlara emniyyet-i tâmme verecektir. İşte bütün bu hikmetli maksadların tahakkuku ve va‘d-i İlâhî’nin zuhûru için bir muslih, bir müceddid ve bir kurtarıcının taraf-ı Rabbânîden gönderilmesi lâzımdır. Elbette bütün peygamberlerin istiáze ettikleri ve ümmetlerine de bunu emr ettikleri Deccâliyyet asrının fitnesinden Müslümânları, belki insâniyyet álemini kurtarabilecek ancak Muhbir-i Sádık (asm)’ın haber verdiği Meryem oğlu Ísâ (as) olabilir. Başta Cenâb-ı Hak, Kelâm-ı Kadîminde; Resûl-i Ekrem (asm), mütevâtir ve sahîh hadîslerinde; sahâbe-i kirâm ve tâbiín, Ásârında Hazret-i Ísâ (as)’ın mezkûr makásıd için âhirzamânda cism-i beşerîsiyle semâdan yeryüzüne ineceğini haber verip müjdeledikleri ve bu konuda bütün ümmet icmâ‘ ettikleri hâlde; dîn düşmânları, Müslümânların istikbâle ümîdle bakmalarını kırmak, inançlarını sarsmak, maddî gücü ellerinde bulundurmak súretiyle haklı olduklarını göstermek maksadıyla nüzûl-i Ísâ (as) hakkında bir takım bâtıl fikirler ortaya atıyorlar. Maalesef, bir kısım Müslümânlar da onların bu bâtıl fikirlerinin te’sîri altında kalıyorlar. Nüzûl-i Ísâ (as) hakkında ortaya atılan bâtıl fikirlerin ba‘zılarını şöyle sıralayabiliriz: 1) Hazret-i Ísâ (as) nüzûl etmeyecektir. 2) Hazret-i Ísâ (as) ceseden nüzûl edecektir. Ancak bu nüzûl, Müslümânlar arasına değil, Hıristiyanlar arasına olacaktır. 3) Hazret-i Ísâ (as) bedenen değil, rûhen nüzûl edecektir. Ancak nüzûlü, Müslümânlar arasına olacaktır. 4) Hazret-i Ísâ (as) bedenen değil, rûhen nüzûl edecektir. Ancak nüzûlü, Hıristiyanlar arasına olacaktır. 5) Hazret-i Ísâ (as) bedenen inmeyecektir. Nüzûl-i Ísâ (as)’dan murâd, onun şahsıyyet-i ma‘neviyyesinin nüzûlüdür. 6) Hazret-i Ísâ (as)’ın nüzûlünden murâd, Ísâ (as)’a benzeyen bir adamın ortaya çıkmasıdır. Dîn düşmânları ve onların te’sîri altında kalan ba‘zı Müslümânlar, bu bâtıl inançlarını Müslümânlar arasında yerleştirmeye çalışıyorlar. Maalesef, hakíkí ma‘nâda dînini bilmeyen ba‘zı Müslümânlar da onların bu bâtıl fikirlerine tâbi‘ oluyorlar. Hâlbuki, Resûl-i Ekrem (asm), gelecek hadîs-i şerîflerinde Hazret-i Ísâ (as)’ın ádil bir hâkim olarak cism-i beşerîsiyle Müslümânlar arasına ineceğini açıkça bildirmektedir. Şöyle ki: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemîn ederim ki; Meryem oğlu Ísâ (as)’ın ádil bir hâkim olarak aranıza inmesi yaklaşmıştır. İnecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldırıp İslâm’dan başka bir şeyi kabûl etmeyecektir. Onun zamânında mal kimsenin kabûl etmeyeceği kadar bollaşacak; bir tek secde, dünyâ ve dünyâdaki bütün şeylerden daha hayırlı olacaktır.”[3] Demek, âhirzamânda inecek olan Hazret-i Ísâ (as)’ın rûhu veyâ şahsıyyet-i ma‘neviyyesi değil; bi’z-zât cism-i mübârekidir. Hem Ísâ (as), âhirzamânda Hıristiyanlar arasına değil; Müslümânlar arasına nüzûl edecektir. İşte, dîn düşmânlarının bu bâtıl fikirlerini çürütmek ve Müslümânların îmânlarını takviye etmek maksadıyla, Ísâ (as)’ın âhirzamânda semâdan cism-i beşerîsiyle Müslümânlar arasına nüzûl edeceğini ve nüzûl-i Ísâ (as), kıyâmetin alâmetlerinden biri olduğunu bu eserimizde delîlleriyle isbât ettik. Burada Ísâ (as)’ın âhirzamânda cism-i beşerîsiyle semâdan yeryüzüne Müslümânlar arasına nüzûl edeceğine dâir bir kaç maddeyi kısaca beyân edeceğiz: Birincisi: Âhirzamânda Hazret-i Ísâ (as)’ın cism-i mübârekiyle semâdan yeryüzüne nüzûlü, İslâmiyyet’in bedîhî mesâilindendir. Çünkü, bu mes’elenin hem naklen, hem de aklen sübûtu kat‘ídir. İkincisi: Mesâil-i dîniyyeyi doğru anlamak için, bu asırdan ma‘nen tecerrüd etmek lâzımdır. Zîrâ, fitne-i âhirzamân sebebiyle bu asır, İslâmiyyetin rûhundan fersah fersah uzaklaşmıştır. Bu asırda ehl-i dalâlet ve ehl-i ilhâdın bütün plânları, doğrudan doğruya îmânın esâslarını ve temellerini yıkmaya müteveccihtir. Yine bu asırda İslâmî tedrÍsât inkıtáa uğramış; buna bağlı olarak ümmet-i Muhammed (asm) câhil bırakılmıştır. Bunun netîcesi olarak mü’minlerin inancı alt üst olmuş, en bedîhî bir mes’eleyi dahi anlatmak ve anlamak çok zor hâle gelmiştir. Şâyet bu asrın efkârından tecerrüd edip fikren Asr-ı Saádete gidebilsek veyâ Asr-ı Saádetten bugüne kadar an‘anevî bir súrette gelen kütüb-i İslâmiyyeyi tedkík edebilsek; o zamân bu mes’elenin güneş gibi záhir ve kat‘í olduğunu göreceğiz. Demek, Ísâ (as)’ın cism-i beşerîsiyle nüzûl edeceğini kabûl etmeyenlerin mesnedi, fikriyyât-ı ecânibdir. Aslâ İslâmî an‘aneden kaynaklanmamaktadır. Üçüncüsü: Ecnebîlerin ve dîn düşmânlarının asırlar boyu dîn-i İslâm aleyhinde tasarladıkları ve plânladıkları bütün oyunları, bu Deccâliyyet asrında su üstüne çıktı. Böyle bir asırda sâdece nüzûl-i Ísâ mes’elesi değil; belki pek çok mesâil-i îmâniyye hakkında dahi ümmet şübhe içinde olup, ecnebîlerin te’sîri altında kalmaktadır. Hadîs-i şerîflerde, bu müdhiş tahrîbâtın Deccâliyyet fitnesinden kaynaklandığı beyân edilmiş ve hadîsce, ümmetin Deccâl fitnesinden Elláh’a sığınması emr edilmiştir. Demek, dîn-i mübîn-i İslâm’a muhálif bütün inançların menbâı Deccâliyyet olduğu gibi; Ísâ (as)’ın cism-i beşerîsiyle nüzûl etmeyeceği inancının menbâı dahi Deccâliyyettir. Dördüncüsü: Bir mü’min, her mes’ele-i dîniyyede olduğu gibi, nüzûl-i Ísâ (as) mes’elesinde dahi sâdece aklını hakem ta‘yîn etmez. Evvelâ, “Bu mes’ele hakkında Kur’ân ne demiş? Sünnet onu nasıl beyân etmiş? İcmâ-ı ümmet bu mes’eleyi nasıl hall etmiş?” diye, İslâm’ın temel ve vaz geçilmez kaynaklarına başvurur. Çünkü, her mes’elede olduğu gibi; bu mes’elede dahi söz hakkı öncelikle Kur’ân’ındır. Şâyet bu konudaki âyât-ı Kur’âniyyede bir kapalılık varsa veyâ mes’ele icmâlî olarak anlatılmışsa, o zamân Kur’ân’ın en birinci müfessiri olan Resûl-i Ekrem (asm)’ın ehâdîs-i şerîflerine mürâcaat edilir. Bir mü’min, İslâmiyyetin bu iki temel kaynağına mürâcaat etmekle mükellef olduğunu bilir. İşte, bu temel káideye binâen; nüzûl-i Ísâ (as) hakkında, en evvel Kur’ân’a mürâcaat ediyoruz. Âyet-i kerîmelerin bu konuyu tafsílen değil; icmâlen beyân ettiğini görüyoruz. Bu sebeble, tafsílâtlı bilgi için ehâdîs-i Nebeviyyeye mürâcaat ediyoruz. Zîrâ, hadîslerdeki net ve sarîh ifâdeler, âyetlerdeki bir derece kapalı olan müşkilâtı kesin olarak hall etmektedir. Hem bu noktada hadîs-i şerîflere bakıldığı zamân, ulemâ-i İslâm tarafından bu hadîslerin sahîh ve mütevâtir kabûl edildiğini görüyoruz. Mes’ele bu şekilde vuzúhuyla ortaya çıktıktan sonra, bir mü’minin tam bir itmînân-ı kalbe sáhib olması, îmânının gereğidir. Çünkü, âyât-ı Kur’ân’iyedeki murâd-ı İlâhîyi en evvel anlamak hakkı, hîç şübhesiz Resûl-i Ekrem (asm)’a áiddir. Mâdem Muhbir-i Sádık (asm), yüze yakın hadîslerinde Ísâ (as)’ın bi’z-zât şahsıyla semâdan ineceğini ve álemdeki küfür ve zulmü kudret-i İlâhiyyeye dayanarak kal‘ ve ref‘ edeceğini haber vermiş; elbette va‘d edilen bu nüzûl gerçekleşecektir. Kezâ, bu konuda icmâ-ı ümmet hâsıl olmuş ve bu mes’ele, ehemmiyyetine binâen, hak olan ehl-i sünnet akídesine dâhıl olmuştur. Mâdem bu konuda ümmetin icmâı vardır. Elbette hak olan anlayış, icmâ-ı ümmetin anlayışıdır. Çünkü; لاَتَجْتَمِعُ اُمَّت۪ي عَلٰى ضَلاَلَةٍ “Ümmetimin müctehidleri, dalâlet üzerinde birleşmezler”[4] hadîs-i şerîfi, sarâhaten ifâde eder ki; ümmet-i Muhammed (asm)’ın müctehidleri, dalâlet ve hatá üzerinde birleşmezler. Mâdem müctehidîn-i ümmet bu konuda birleşmişler, demek bu konu haktır ve vukú‘ bulacaktır. NOT: Hadîs-i şerîfte geçen “ümmet” ta‘bîrinden murâd; ümmet-i hás ve ümmet-i kâmil demektir ki; o da müctehidlerdir. Beşincisi: Kur’ân’ın âyetlerine baktığımız zamân, Hazret-i Âdem (as)’dan bugüne kadar, her ne zamân beşer ma‘nevî bir bunalıma girmiş, şirk ve dalâlet vâdîlerinde koşturmuş ve yaradılış gáyelerinden inhirâf etmişse, işte o zamân rahmet-i İlâhiyye onların imdâdına bir kurtarıcı göndermiştir. Nitekim; وَلِكُلِّ اُمَّةٍ رَسُولٌ “Her ümmetin bir peygamberi vardır”[5]; وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ “Her toplumun bir hâdîsi (rehberi) vardır”[6]; وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ى كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولاً اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ “Celâlim hakkı için, Biz her ümmete; ‘Elláh’a ibâdet edin ve Táğúttan sakının’ diye emr etmeleri için bir peygamber gönderdik”[7] gibi âyetler, ilmî, amelî ve edebî sâhalarda beşeri beşere kul olmaktan kurtarıp yalnız Elláh’a kul etmek maksadıyla Elláh tarafından her ümmete bir hidâyet rehberinin ve bir resûlün gönderildiğini haber vermektedir. Bu nokta-i nazardan ve káideden hareketle, acabâ dünyâ târîhınde hangi asır bu Deccâliyyet asrı kadar bozulmuştur? Târîhın hangi devresi bu kadar küfür ve sefâhetle dolup taşmıştır? Beşerin hangi safhası bu kadar tevhîd akídesinden mahrûm kalmıştır diye, bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, her akl-ı selîm sáhibi, hemen bir hads-i kat‘í ile hükm eder ki, şu asr-ı âhire ve sefîheye mutlaka bir kurtarıcının gelmesi elzem ve zarûrîdir. İşte, o kurtarıcı, Meryem oğlu Ísâ (as)’dır. O hâlde, Muhbir-i Sádık (asm)’ın ihbârı, tam mutâbık-ı muktezá-yi hâldir. Nasıl ki, Hazret-i Ísâ (as), Resûl-i Ekrem (asm)’ı álemin reîsi, kurtarıcısı, tesellîcisi gibi sıfatlarla tavsíf ederek müjdelemiştir. Hazret-i Muhammed (asm) da Hazret-i Ísâ (as)’ı imâm (devlet idârecisi), mehdî, hâkim-i ádil gibi sıfatlarla tavsíf ederek müjdelemiştir. Hakíkaten beşer, şu asırda bi’z-zarûre bir kurtarıcı el bekliyor. Ádetâ bütün gücüyle ve zerrâtıyla مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِ “Elláh’ın yardımı ne zamân?”[8] diye feverân ediyor. Elbette rahmet-i İlâhiyye, ümmetin imdâdına bir kurtarıcı el olarak Hazret-i Ísâ (as)’ı gönderecektir. Zîrâ, Rabb-i Rahîm’imizin müstemir ádeti böyle cereyân etmiştir. Demek, aklen de bu mes’elenin vukú‘ bulmayacağına imkân yoktur. O hâlde, nüzûl-i Ísâ mes’elesi, aklen de gáyet ma‘kúldür ve olmaması için hîç bir mâni‘ yoktur. Aksine bütün şartlar ve hâl-i álem, onun nüzûlünü şiddetle iltizâm etmektedir. Çünkü, şu zamânda dîn-i Muhammedî (asm) tezelzüldedir. Müslümânlar her nev‘ zulüm altında inlemektedir. Îmânsızlık ve sefâhet bütün envâıyla hüküm sürmektedir. Rabbimiz ise, hadsiz rahmet ve şefkat sáhibidir. Elbette o Rabb-i Rahîm, ümmet-i Muhammediyye (asm)’ı bu sıkıntıdan kurtarıp álemi şirk ve dalâletten temizleyecektir. Cenâb-ı Hak, bir dakíka zarfında yerle gök arasını bulutlarla doldurup boşalttığı gibi; bir sâniyede denizin fırtınasını teskîn eder ve bahâr içinde bir sâatte yaz mevsiminin nümûnesini ve yazda bir sâatte kış fırtınasını îcâd eder. İşte böyle bir Kadîr-i Zü’l-Celâl, Hazret-i Ísâ (as) ile de Álem-i İslâm’ın zulümâtını dağıtabilir. Mâdem bunu va‘d etmiş, elbette va‘dini yerine getirecektir. Altıncısı: Yahûdî milleti, rivâyetlere göre pek çok peygamberi katl etmiştir. Kur’ân, onların bu dehşetli cinâyetini; وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪ينَ بِغَيْرِالْحَقِّ “Yahûdîler, haksız olarak peygamberleri öldürüyorlar”[9] âyetiyle haber vermektedir. Yahûdîler, ádetâ peygamberleri öldürme cinâyetini, Hazret-i Ísâ (as)’ı öldürmeye teşebbüs etmek súretiyle zirveye çıkarmak istediler. Cenâb-ı Hak ise, Hazret-i Ísâ (as)’ı Yahûdîlerin elinden kurtararak onu rûhen ve ceseden rahmetiyle semâya kaldırdı. Şübhesiz o Zât-ı Zü’l-Celâl, bütün peygamberlerin ve Hazret-i Ísâ (as)’ın hakkını ve intikámını bu dünyâda dahi o menhûs milletten almak için, âhirzamânda onu tekrâr rûhen ve bedenen yeryüzüne gönderecektir. Kıyâmete kadar bu intikámın te’hír edilmesinin sebebi, hâşâ bir ihmâl olmayıp, belki onlar için bir istidrâcdır. Hazret-i Ísâ (as) geldiğinde; وَاِنْ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اِلاَّ لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ“Ehl-i kitâbdan her biri, ölümünden önce ona (Hazret-i Ísâ (as)’a) muhakkak îmân edecektir”[10] âyetinin sarâhatiyle, ehl-i kitâb ya îmân edip İslâm dînine girecekler, ya da öldürüleceklerdir. Mâdem Yahûdî milleti, en büyük cinâyetlerini peygamber katliyle başlatmış ve yine bir peygamber olan Hazret-i Ísâ (as)’ın katline teşebbüs etmekle ádetâ cinâyetlerini itmâm etmişlerdir. Elláh da onların bu cinâyetlerine mukábil, Hazret-i Ísâ (as)’ı göğe kaldırmakla ve âhirzamânda onu tekrâr rûhen ve bedenen yeryüzüne göndermekle böyle bir milletten peygamberlerin intikámını alacaktır. Çünkü, onların hakkından gelebilecek, ancak bir peygamber olabilir. Zîrâ, bu mücâdele, o menhûs millet ile peygamberler mücâdelesidir. Bu hikmete binâen; yeryüzünü onların şirk ve zulümlerinden kurtaracak olan da aklen yine bir peygamber olmalıdır. O hâlde, Hazret-i Ísâ (as) peygamber iken, “ádil bir hükümdâr” sıfatıyla inecek ve dünyâyı fitne ve fesâda veren o menhûs milleti izn-i İlâhî ile temizleyecektir. Yedincisi: Gizli bir zındîka komitesinin ve felsefeci İbn-i Haldun’un te’sîri altında kalan Muhammed Abduh ve Hindistan’da peygamberlik da‘vâsında bulunan Mirzâ Ğulâm Ahmed gibilerinden başka hîç bir İslâm álimi Hazret-i Ísâ (as)’ın yeryüzüne “rûhen” ineceğini kabûl etmemiştir. Bu eserimiz, Ísâ (as)’ın rûhen değil; belki Álem-i İslâm içine “rûh ve beden” olarak ineceğini bütün delîlleriyle gözler önüne sermiştir. Demek, Hazret-i Ísâ (as)’ın rûhen ineceğini da‘vâ edenlerin, bâtıl bir da‘vâya hizmet etmekten başka hîç bir hakíkatleri yoktur ve hîç bir mu‘temed İslâmî kitâbda mesnedleri bulunmamaktadır. Bu kimseler bu inançlarıyla; felsefecilerin, batılı müsteşriklerin, Yahûdî ve Hıristiyanların düşüncelerine hizmet etmekte ve böylelikle ümmet-i Muhammed (asm)’ın inancını bozmaktadırlar. Sekizincisi: Nüzûl-i Ísâ ile ilgili pek çok hadîs-i şerîf, İslâmiyyetin en mu‘temed hadîs kitâbları olan “Buhárî ve Müslim”de yer almaktadır. Muhaddisler ve ulemâ-i İslâm da bu hadîslere “sahîh, mütevâtir veyâ mütevâtir-i ma‘nevî” demişlerdir. Şâyet bu hadîsler zayıf veyâ mevzú‘ hadîs olarak kabûl edilse, o zamân záhiren Kur’ân’da bulunmayıp, sâdece sahîh hadîslerle sâbit olan binlerce mesâil-i İslâmiyyeyi redd etmek lâzım gelir. Çünkü, bu mesâili isbât eden o sahîh hadîsler de redd edilebilir. Bu durumda dînin ikinci kaynağı olan hadîs devreden çıkarılmış olur ve dîn-i İslâmın mahdûd bir kaç mesâili háric, hîç bir mes’eleye güvenle bakılmaz. Nitekim, asırlardan beri masonların, müsteşriklerin ve Álem-i İslâm içerisinde bulunup onların fikriyyâtiyle beslenen sözde ilim adamı ve profesörlerin istedikleri de budur ki; onlar, binlerce sahîh hadîsleri redd ederek; ba‘zılarına zayıf, ba‘zılarına haber-i ahad, ba‘zılarına mevzú‘ diyerek ve, “Ba‘zı mütevâtir hadîslere dahi i‘timâd edilmez, Peygamberimizden gelen mütevâtir hadîs bir veyâ iki tânedir, diğer hadîslerin tümü, Hazret-i Peygamber (asm)’dan iki asır sonra tedvîn edildiğinden hîç bir hadîs mevzú‘ ve yalandan hálî değildir. O hâlde, bir-iki hadîs háric hîç bir hâdise i‘timâd edemeyiz” diyorlar. Neúzü billâh! Bu müsteşrikler ve onların beşiğinde büyüyenlerin ba‘zıları da hadîslerin râvîlerini ta‘n etmek súretiyle hadîsleri devreden çıkarmak istiyorlar. Hattâ, İbn-i Abbâs, Ebû Eyyûb el-Ensárî, İbn-i Ömer gibi otuza yakın sahâbenin i‘timâdını kazanmış büyük sahâbî Ebû Hüreyre’yi hâşâ kizb ve yalancılıkla ittihâm ediyorlar. Kezâ, takvâ ve hadîs husúsundaki hıfz ve zabt yönünün sağlam olduğu konusunda İmâm Şâfií, İmâm Ahmed b. Hanbel gibi binlerce büyük müctehid ve álimlerin i‘timâdını kazanan ve tâbiínlerin büyüklerinden ve ilk hadîs müdevvini sayılan “İmâm Zührî” gibi pek çok muhaddislere i‘tirâz edip, onlardan gelen hadîsleri redd ediyorlar. Evet, bu kişiler, “ilmî araştırma” adı altında kendi yalanlarına ve iftirâlarına ilim libâsını giydiriyorlar. Zanlarınca da İslâmiyyetin hakíkatlarını ibrâz etmekle İslâmiyyeti müdâfaa ettiklerini iddiá ediyorlar. Gûyâ onlardan önce hîç bir álim, hîç bir imâm ve hîç bir müctehid, hattâ hîç bir sahâbe bugüne kadar İslâmiyyeti anlamamıştır. Kendilerini, bu işi en güzel anlayıp anlatmakla mükellef görüyorlar. Hâşâ! Acabâ, asr-ı saádet insânı olan, sahâbe ile berâber yaşayıp dersini İslâmiyyetin menbâından alan ve kırk sene yatsı abdestiyle sabâh namâzını kılan İmâm A‘zam ve Táûs-i Yemenî gibi dâimâ zühd ve takvâ ile ilim ve ibâdet içinde hayâtlarını geçiren, asırlar boyu bütün Müslümânlara imâm ve muktedâ bih olan bu zevât-ı áliyyeler İslâmiyyeti anlamamışlar da, fitne ve fücûr asrı olan bu asırda yaşayan ve günâhlarla âlûde olan insânlar mı İslâmiyyeti yeniden tedkík ederek doğru olarak anlayacaklardır! Heyhât! Hangi insáf sáhibi böyle bir hurâfeyi kabûl eder? Farz-ı muhâl, hakíkat-ı hâl böyle olsa, o zamân bugüne kadar İslâm dîni yanlış anlatılmış ve ümmet-i Muhammediyye (asm) da dalâlette kalmış demektir. El-ıyâzü billâh! Hem nüzûl-i Ísâ (as) hakkındaki hadîsler, şâyet zayıf veyâ mevzú‘ hadîs ise, bu konu nasıl akídeye girmiştir? Zîrâ, bir mes’elenin akídeye girebilmesi için sübûtu, delîl-i kat‘í ile sâbit olmalıdır. Ya‘nî, hakkında ya bir âyet veyâhúd mütevâtir veyâ sahîh bir hadîs bulunmalıdır. Zîrâ, dînde mevcûd olan her mes’ele ile alâkalı bir veyâ bir kaç hadîs mevcûddur. Çünkü, İslâmiyyet, Resûl-i Ekrem (asm)’ın akvâl, ef‘ál ve ahvâlinden çıkmıştır. Bütün evâmîr ve nevâhî-yi İlâhiyyenin birinci muhátabı, şübhesiz zât-ı Risâlet (asm)’dir. Hâlbuki, Ísâ (as)’ın cism-i beşerîsiyle semâdan yeryüzüne ineceğine dâir hadîsler bir kaç tâne değil; yüzden fazladır. Hem de bu hadîslerin bir kısmı sahîh, bir kısmı da mütevâtirdir. Buna rağmen nüzûl-i Ísâ (as)’ı akıldan uzak görüp redd edenler, ancak bâtıl bir fikre saplanmışlardır. Bu bâtıl fikrin menbâı da, İslâmiyyeti bozmak için çalışan o gizli ecnebî komitedir. Ba‘zı nâdânlar, “Nüzûl-i Ísâ, Hıristiyanların inancıdır. İslâmiyyette böyle bir inanç yoktur” demekle, gûyâ kendilerince İslâma böyle yanlış bir inancın girmesine mâni‘ oluyorlar. Hâlbuki, o kimseler, bu inançlarıyla İslâmiyyetin akídeye girmiş olan bir mes’elesini inkâr etmiş, bâtıl olan Hıristiyanların inancına da tarafdâr olmuş oluyorlar. Hıristiyanlar, Peygamber Efendimize asırlar boyu hakárette bulunmuş, Hazret-i Ísâ (as)’ı da beşer sıfatından çıkarıp ona ilâh nazarıyla baktıkları hâlde, nasıl olur da Ísâ (as)’ın âhirzamânda inip âhirzamân Peygamberi (asm)’a tâbi‘ olacağını ve onun şerîatını tatbîk edeceğini kabûl ederler? Dokuzuncusu: Her ne kadar Kur’ân’daki nüzûl-i Ísâ ile alâkalı âyetler, hadîs-i şerîflerdeki gibi Ísâ (as)’ın şahsen ineceği hakkında tam tafsílât vermiyor. Ya‘nî, bu âyetler, hadîs-i şerîflerdeki gibi; “Ísâ (as) inecek, Deccâl’i öldürecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, Müslümânların imâmı Mehdî’ye namâzda uyacak, evlenecek, yer yüzünde kırk sene kalacak, ádil bir hükümdâr olacak ve Şerîat-ı Muhammediyye (asm)’ı tatbîk edecek” şeklinde bir bilgi ve tafsílât vermemiş ise de, icmâlen beyân etmiştir. Tefsîr usûlünce sâbittir ki; hadîs-i şerîfler, âyet-i kerîmelerdeki kapalılığı îzáh eder, ondaki mücmeli tafsíl eder, müşkilât-ı âyeti hall eder ve hîç bir zamân âyete ters düşmez. İşte, bu káideye binâen, âyetlerin ma‘nâsını anlamak için evvelâ hadîs-i şerîflerin o âyeti nasıl açıkladığına bakılmalıdır. Bu, bütün müfessirlerin temel bir metodudur. Mâdem Hazret-i Ísâ (as) ile alâkalı hadîslerde geçen özellikler ve icrâatlar, bi’z-zât onun şahsen ineceğini ifâde etmektedir. O hâlde, âyetlerdeki murâd-ı İlâhî de, Hazret-i Ísâ (as)’ın bi’z-zât şahsıyyetiyle yeryüzüne ineceğidir. Demek, âyât-ı Kur’âniyye, ehâdîs-i Nebeviyyenin ışığında anlaşılmalıdır. Zîrâ, hîç bir kimse, murâd-ı İlâhî’yi Resûl-i Ekrem (asm) gibi anlayamaz ve bu mümkün de değildir. Onuncusu: Her ehl-i ilim ve insáf sáhibi, bu eserimizi tedkík netîcesinde şu hükme varacaktır: “Bütün müfessirîn-i izámın açık ve net beyânâtı, sahîh ve mütevâtir ehâdîs-i Nebeviyyenin sarâhatı ve icmâ-i ümmetin ittifâkına binâen, Hazret-i Ísâ (as), alâmet-i kıyâmet olarak, cism-i beşerîsiyle semâdan Müslümânlar arasına inecektir. Bu mes’ele, şek ve şübheden ârî olup hak ve hakíkattır, aksinin isbât edilmesi ise mümkün değildir.” Takdîmi burada noktalarken, Cenâb-ı Erhamü’r-râhimîn’den duá ve tazarruumuz şudur ki; Hazret-i Ísâ (as)’ı bir ân önce göndermek súretiyle küfür ve zulümle dolmuş olan yeryüzünü, îmân ve adâletle temizlesin. Böylece, ümmet-i Muhammediyye (asm)’ı sâhil-i selâmete çıkarsın. Âmîn! Sa‘y ü gayret bizden, tevfîk Rabbimizdendir. [1] Âl-i Imrân, 3:54. [2] Hicr, 15:9. [3] Buhárî, Müslim, Tirmizî. [4] El-Verekât, 1/24. [5] Yûnus, 10:47. [6] Ra‘d, 13:7. [7] Nahl, 16:36. [8] Bakara, 2:214. [9] Bakara, 2:61. [10] Nisâ, 4:159.