1789 yılı sadece Fransa’daki mutlak monarşinin devrilip yerine
Cumhuriyetin kurulduğu bir tarih değildir. Devrimden sonra
Avrupa sonrasında tüm dünya yeni bir kavramla tanışır. Roma
Katolik Kilisesi ciddi reformlara gitmek zorunda kalırken Avrupa’da
düşünce sistemi değişmeye başlamış monarşi rejimleri altında
ezilen halk feodaliteyi tasfiye etmeyi başarmıştır. Burjuvazi
aynı milletten olmanın bir gereği olarak milliyetçilik ideolojisini
“eşitlik, kardeşlik ve adalet” kavramları üzerine temellendirmiştir
(Ekinci, 2004, s. 21).
Dünya genelinde çok temel hatları ile iki tür milliyetçilikten
bahsedilebilir. Almanlar millete dâhil olabilmek için kan bağını
temel alırken (Noi, 2007, s. 37), Fransızlar vatandaşlık esasına
dayanan bir milliyetçilik anlayışını benimsemiştir (Aktürk, 2006,
s. 32). Avrupa’da 16. yüzyılda esen sert milliyetçilik rüzgârından
Osmanlı geç de olsa etkilenmiştir. Geniş coğrafyasına hâkim olmakta
ve farklı dil, din ve ırka mensup tebaasını bir arada tutmakta
zorlanan Osmanlı’nın birincil amacı devletin dağılmasını
engellemektir. Böyle bir atmosfede Osmanlı entelektüelleri
Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük düşüncelerini ortaya atarak
devletin bir müddet daha ayakta kalmasını sağlamıştır. Fakat
devletin dağılmasını önlemek için gösterilen tüm çabalar imparatorluğun
küçülmesinin önüne geçememiştir.
Matbaanın icadıyla beraber yazının yaygınlaşması, milliyetçi
düşüncenin geniş kitlelere ulaşmasını ve milliyetçi ideolojinin
kitleselleşmesini beraberinde getirmiştir. Sosyolojik bir kavram
olan milliyetçilik, toplumsal koşulların bir çıktısı olarak değerlendirilmeli,
toplumdan ayrı ve bağımsız bir yapı olarak görülmemelidir.
Milliyetçiliği toplumsal hayattan soyutlayarak sadece
bir düşünce biçimi olarak ele almak millet ve milliyetçiliğin
anlamını daraltmaktadır. Bu kavramlar toplumun değer ve yargılarına
etki eden, bireylerin hayatına dokunan, gündelik hayatı
değiştiren ve dönüştüren “yaşayan” kavramlardır. Millet ve
milliyetçilik söylemi hayatın her alanında kendisine karşılık bulmaktadır.
Irk, dil, din, etnisite, toplumsal cinsiyet, öteki ve biz gibi kavramlar millet ve milliyetçilik kavramına yüklenen anlama
göre şekillenmektedir. Ergün Yıldırım, Küreselleşen Dünyada Milliyetçilik
(2006) isimli çalışmasında, milliyetçilik ve modernitenin
bağlarını açığa çıkartmakta, kavramın modern çağın getirdiği
gelişmelerden olumlu/olumsuz etkilendiğini söylemektedir.
Bireyin kendisini bir topluluğa ait hisstmesi, milliyetçi ideolojinin
bireye sahiplenilecek ve peşinden gidilecek güçlü bir geçmiş
sunmasına bağlıdır. İhtiyaç duyulan bu geçmiş bireyi millete
ve geleceğe kuvvetle bağlar. Milli anlatılar, övünülmesi gereken
bir toplumun üyesi olduğunu, geçmişine ihanet etmemesi gerektiğini
yeni kuşağa anlatarak bireyi milliyetçi ideolojinin çizdiği
sınırların içinde tutar. (Smith, 1986, 2. 66); mitler, efsaneler ve
kahramanlık destanlarının uzun vadede zayıflayan dayanışma
duygusunu güçlendirdiğini söyleyerek milliyetçi ideolojiler için
bu anlatıların vazgeçilmezliğinin altını çizmektedir.
Önceleri panayırlarda, köy kahvelerinde vb. mekânlarda
daha çok sözel olarak aktarılan hikâye ve masalların yerini modern
çağda kitle iletişim araçları almıştır. Radyo, televizyon, gazete,
sinema ve son dönemde sosyal medya toplum adına ve toplum
için gündem belirleme ve algı oluşturma görevini en etkili
şekilde yerine getirmektedir.
1895’te Grand Cafe’de Lumière kardeşlerin ilk film gösteriminin
üzerinden çok zaman geçmemiş olmasına rağmen sinema;
edebiyat, tiyatro ve diğer sanat dallarının ulaştığı noktayı
geride bırakmıştır. Toplumun kültürel değerlerini, inanışlarını,
düşünce sistemini yansıtmanın ötesinde sinema aynı zamanda
tüm bu değerleri (doğrudan ya da dolaylı) etkileme gücüne de
sahip güçlü bir araçtır. Bireye bir topluluğa ait olduğunu hatırlatan
sinema kollektif hayatın, birliklte hareket etmenin ve gündelik
yaşamın şifrelerini veren anlatı yapısıyla toplumsal gerçekliği
her gün yeninden inşa etmektedir (Bilgiç, 2002, s. 146).