İktisadi, sosyal ya da siyasal açılardan bir bunalım yaşayan
toplumlar, kendilerini esenliğe taşıyacak bir lidere, bir ideolojiye,
siyasal bir partiye tutundukları şekilde bazı kavramlara da
tutunabilir ve bu kavramlara olağanüstü anlamlar yükleyerek,
her türlü sorunu bunların varlığıyla veya yokluğuyla açıklamaya
çalışırlar. Türkiye sözkonusu olduğunda, sivil toplumun böyle
bir kavram olduğu görülmektedir. Kavram, bir askeri darbe
ve bunun oluşturduğu olağanüstü koşullar altında siyasal açıdan
hapsolduğu dar alanın dışına çıkmaya, yönetsel politikaların
oluşturulduğu karar mekanizmalarına yeni katılım kanalları
yaratmaya çalışan 80’li yılların başındaki Türkiye’nin gündeminde
önemli bir yer edinmiş, yapılan siyasal analizlerin, akademik
çalışmaların, gündelik tartışmaların olmazsa olmazı olmuştur
(Biber, 2009:29).
Sivil toplum konusu temsili sistemin eleştirisi açısından da
gündeme gelebilmektedir. Temsili sistemin halka dayalı yönetim
modelinin en pratik ve gerçekçi uygulaması olduğu düşüncesinin
genel kabul gördüğü 18. yüzyıl’da, bu sisteme uygun
anayasalar yapma, hükümetler kurma ve yeni politik kurumlar
tasarlama gereksinimi, devlet-toplum ilişkisini temel çizgisinde
oluşturmayı zorunlu kılmıştır. Doğrusu temsili hükümetin toplumda
alt ve üst katmanlar arasında iletişim kanalları açması
ve çeşitli gruplar arasındaki anlaşmazlıkların barışçı bir biçimde
uzlaştırılabileceği alanlar sağlaması, bu hükümet modelinin
başarı hanesine kaydedilmelidir. Ancak bu hükümet modeli günümüzde,
tasarlanmış amacının gerisinde kalmıştır. Dolayısıyla
nasıl tanımlanmış olursa olsun, hiçbir zaman halk tarafından
denetimi sağlanamamıştır. Sanayileşmiş ülkelerin hiçbirinde, iktidarın
yapısal katmanlarında bir değişiklik gerçekleşmemiştir.
Temsili sistemin çağdaş dünyadaki uygulamaları göstermiştir ki,
katılımcı seçkinler gerçekte bu sistemin denetimini her zaman
ellerinde tutmuşlardır (Caniklioğlu, 2007.11).